Message
Resul, Tevrat, Ulü’l Azim
Hz.Yakub’un oğullarından Lavi’nin soyundan
Mısır, M.Ö.2000
Musa aleyhisselam, Hz.Yakub’un oğullarından Lavi’nin soyundandır. Babasının ismi İmran, annesini ismi Yuhnez’dir. Mısır’da doğup büyümüş, genç bir insanken Medyen’e kaçıp Hz.Şuayb aleyhisselam’ın yanında bulunmuş; onun küçük kızı Safuriya ile evlenmiş, tekrar Mısır’a dönerken, yüce Allah’ın kendisine peygamberlik vermesi üzerine, kardeşi Harun aleyhisselam ile birlikte Firavun ve yakınlarına İslam’a davetle görevlendirilmiştir.
Hz.Musa’nın Firavun ile olan mücadelesinden galip gelmesi üzerine insanlık tarihinin ilk devrinin sona erip, orta devrinin başladığı, Peygamberimiz Hz.Muhammed aleyhisselam’ın gelmesiyle de orta devrin kapanarak son devrin, yani “Ahir Zaman”ın başladığı kabul edilmiştir.
Tarihi kayıtlara göre Hz.Musa, M.Ö. 2000’li yıllar içinde yaşamış olup, 120 yıl kadar ömür sürdükten sonra vefat etmiştir. Yine tarihi rivayetlerde Hz.Musa uzun boylu, kıvırcık saçlı, iri cüsseli ve öfkeli bir kimse olarak tanıtılmaktadır. Sevgili Peygamberimiz Miraç esnasında onunla altıncı kat gökte buluşmuştur.
Hz.Yusuf aleyhisselam Mısır yönetiminde söz sahibi olduktan sonra, başta babası Yakub aleyhisselam olmak üzere bütün kardeşlerini Mısır’a davet etmiş, onları belli bir bölgeye yerleştirerek rahat ve huzur içinde bir hayat yaşamalarını sağlamıştı. Yakub aleyhisselam’ın lakabı İsrail’di ve bu sebeple soyundan gelenlere “İsrailoğulları” denilmekteydi. Onlar Mısır’da uzunca bir süre bolluk, bereket ve huzur içinde yaşadılar. Büyük araziler, sürüler sahibi oldukları gibi, devlet yönetimine de etkin olarak katılıp Mısır siyasetinin ayrılmaz parçası haline geldiler.
Daha sonraki yıllarda iktidara gelen Firavunlar, İsrailoğulları’nın böylesine büyük bir güç kazanmasına tahammül edemediler. Onları yavaş yavaş devlet yönetiminden uzaklaştırdıkları gibi bir takım mallarına ve sürülerine de el koymaya başladılar. Kısa süre içinde arazi ve emlaklarına el konulan İsrailoğulları en ağır şartlar altında yaşamaya, adeta köleleşmeye başladılar. Bu arada kendi içlerinde de bölünüp parçalanmalar gerçekleşmiş, büyük bir kısmı yerli halkın sapık inanç ve düşüncelerine kapılmaya başlamıştır.
Hz.Yusuf’un vefatından yüz yıl kadar sonra, Mısır’a gelip yerleşen İsrailoğulları gerçekten büyük zorluklar ve sıkıntılar çekmeye başlamışlardı. Yeni Firavunlar, onların nüfusça da büyümelerini önlemek için doğan erkek çocuklarını öldürüyor, kızlarını sağ bırakıyorlardı. Ayrıca Firavun’un müneccimleri, İsrailoğulları içinden doğacak olan bir erkek çocuğun, saltanatına son vereceğini, dinini değiştirip, ölümüne sebep olacağını bildirmiş, tedbir almasını öğütlemişlerdi. Bunun üzerine Firavun bebek katliamına hız vermişti.
İsrailoğulları’nın soylarının neredeyse tükenmekte olduğunu gören bazı devlet görevlileri Firavun’u uyardılar ve “Kölelerimizi tamamen yok edersek, bize ırgatlık yapacak kimseyi bulamayız!” dediler. Bunun üzerine Firavun, İsrailoğulları’nın çocuklarını bir yıl öldürmeye, diğer yıl serbest bırakmaya karar verdi. Hz.Harun aleyhisselam çocukların katledilmediği yıl içinde doğmuş olduğundan ona dokunulmamıştı.
Ancak Hz.Musa’nın doğduğu sene Firavun’un eli kanlı zalim nöbetçilerinin sokaklarda katliam için kol gezdiği bir seneydi. Ve genç bir kadın bebeği için gözyaşları dökmekteydi. Tam bu sırada Allah’ın vahyini duydu:
“Onu emzir... Eğer çocuğuna bir tehlike geleceğinden korkuyorsan, hiç korkma. Onu Nil Nehri’nin sularına bırak. Boğulmasından ve kaybolmasından da hiç endişe etme. Çünkü biz onu sana geri göndereceğiz. Hem peygamberlerden biri de yapacağız onu.”
Genç kadın bu vahyi alınca rahatladı. Hemen bir sandık bulup bebeğini içine yatırdı. Kızı Meryem’i yanına çağırıp, sandığı nehirde takip etmesini tembih etti.
Nil Nehri sandığı Firavun’un sarayına kadar, sarayın önünde yıkanan kadınların yanına kadar getirdi. Firavun’un karısı Asiye eğilip içine baktığında, kendisine gülümseyen güzeller güzeli bir bebeğin yüzünü görünce sonsuz bir şevkat ve sevgiyle baktı ona. O güne kadar hiç çocuğu olmamıştı Asiye’nin. Hemen onu kucağına alarak kocasına götürdü.
“Bunu kendimize evlat edinelim. Benim ve senin için göz aydınlığı olsun.” dedi.
Firavun’un suratı asılmış, alnının damarları kabarmıştı. Ya İsrailoğulları’ndan bir kadının doğurduğu bir çocuksa bu? Ya müneccimlerin haber verdiği çocuksa? Ancak karısının ısrarlarına dayanamayarak kabul etti.
Asiye bebeği emzirmek için bir sütanne aradı. Birçok kadın artık kralın oğlu sayılan bu yavrucuğu emzirmek için geldi ama, bebek hiçbirini emmedi. Aynı zamanda sarayda çalışmakta olan Musa’nın ablası Meryem ortaya atıldı ve onu emzirmek için bir kadın bulabileceğini söyledi. Asiye gidip hemen getirmesini söyledi. Meryem bütün olanları annesine haber vererek onu saraya getirdi.
Hz.Musa Firavun’un sarayında, öz annesinin kucağında, münkir kralın mümine karısı Asiye’nin şefkatli nazarları altında büyüdü, serpildi ve genç bir adam oldu. Herkes ona Firavun’un oğlu gibi saygı gösteriyor, fakat Hz.Musa kendisinin İsrailoğulları’ndan biri olduğunu biliyordu. En büyük üzüntüsü ise milletinin uğradığı haksızlık ve işkencelerdi.
Bir gün saraydan çıkmış, şehrin sokaklarında dolaşmaya başlamıştı. Yolda iki kişinin kavga ettiğini görünce durdu. Dövüşenlerden birisi Mısırlı diğeri ise İsrailoğulları’ndandı. Mısırlı adam öbürünü kıyasıya dövüyordu. Adam, Musa’dan yardım istedi.
Hiçbir haksızlığa tahammül edemeyen Hz.Musa daha fazla dayanamadı. Hızla ileri atılıp Mısırlının karnına vurdu. Birden adamın cansız yere yıkıldığını görüldü. Hz.Musa bu kadarını beklemiyordu. Sonra bu işin duyulacağını ve Firavun’un olaydan haberdar olacağını düşündü. Firavun bir Mısırlının öldürülmesine müsade etmez ve onun idamını isteyebilirdi. Saraya dönmemeye karar verdi.
Hiçbir hazırlık yapmadan, hızla şehirden uzaklaştı. Medyen istikametinde, çöllere doğru kaçıp gidiyordu. Sekiz gün, sekiz gece yürüdü. Ağaç yaprakları yiyor, önüne çıkan kuyulardan susuzluğunu gideriyordu.
Sekizinci günün akşamı çobanların olduğu bir kuyuya geldi. Etrafına merakla bakınırken az ileride, sürülerini diğer çobanların sürülerine karıştırmamak için uğraşan iki genç kadın gördü ve onlara yardım etmeye karar verdi.
Kızlarına bir adamın yardım ettiğini öğrenen babaları Şuayb aleyhisselam Hz.Musa ile tanışmak istedi ve onu evlerine davet etti. Hz.Musa, Şuayb aleyhisselam’a başından geçenleri anlattı. Şuayb aleyhisselam da artık korkmamasını, eğer onlarla birlikte sekiz yıl çalışmayı kabul ederse iki kızından birisi ile evlenebileceğini, on yıla tamamlarsa da kendisinden bir lütuf olacağını söyledi. Hz.Musa teklifi kabul etti.
Hz.Musa hizmetini tamamlayınca Şuayb aleyhisselam’ın kızlarının küçüğü olan Safuriya ile evlendi. Birlikte Mısır’a doğru yola koyuldular. Günlerce yürüdükten sonra bir gece Tur Dağı’na ulaştılar. Hava soğuktu. Hz.Musa uzakta bir ateş gördü. Eşine beklemesini söyledi.
Sonra kalkıp ateşe doğru yürüdü. Fakat hayret! Orada ne ateş vardı, ne de bir başka şey! Sadece göz kamaştıran bir nur, heyecan ve korku veren bir aydınlık... Hz.Musa şaşırmıştı. Korkuyla kaçmak, geri dönmek istedi. Tam bu sırada şimdiye kadar duymadığı bir ses işitti:
“Ey Musa! Şüphesiz ki alemlerin Rabbi olan Allah benim. Ayakkabılarını çıkar. Çünkü kutsal bir yer olan Tuva’da bulunuyorsun. Seni peygamber olarak seçtim. Vahyedeceklerimi dinle. Şüphesiz ki Allah benim ve benden başka ilah yoktur. Bana kulluk et. Beni anmak için namaz kıl.”
Hz.Musa ürpermişti. Kalbi heyecanla titriyor, bir tek kelime konuşmadan öylece duruyordu. Ses tekrar duyuldu:
“Ey Musa! Elinde tuttuğun nedir?”
Musa aleyhisselam titreyen bir sesle cevap verdi:
“O benim asamdır. Ona dayanır, onunla koyunlarıma yaprak silkelerim. Daha başka pek çok işime yarar.”
Yüce Allah emir verdi:
“Ey Musa, onu elinden yere bırak!”
Hz.Musa değneğini yere bıraktı. Birden umulmadık birşey olmuş, asası koşup duran bir yılan haline gelmişti! Musa aleyhisselam korkuyla kaçmaya çalıştı. Aynı ses:
“Tut onu! Korkma! Biz asayı yine eski haline çevireceğiz.” buyurdu.
Hz.Musa yine korkuyla yılana uzanıp tuttu. Bir de gördü ki yılan kendi değneği haline gelivermiş! Yüce Allah ikinci kez emir verdi:
“Elini koynuna sok... Onun bembeyaz olarak çıktığını göreceksin.”
Hz.Musa emri yerine getirdiğinde gerçekten elinin bembeyaz olduğunu, karanlıkta parlamaya, ışık saçmaya başladığını gördü. Hastalığa yakalandığını düşünürken aynı ses:
“Korkma!” dedi. “Elinde hiç bir hastalık yok. Bunlar senin mucizelerindir. Firavun’a git. Onu yumuşak bir lisanla ikaz et. Belki öğüt dinleyip korkar da zulmü ve haksızlığı bırakır. Ona mucizelerini göster, belki inanarak Müslüman olur.”
Hz.Musa’nın korkusu devam ediyordu. Eğer Mısır’a dönerse önceki suçundan dolayı kendisini öldürürler sanıyordu. Üstelik Firavun’un karşısına çıkıp onu imana davet edecekti. Çok eskiden beri dilinde olan tutukluk yüzünden açık seçik konuşabilecek miydi? Birden aklına Mısır’daki kardeşi Harun geldi. Diz çöküp Allah’a kendisine kardeşi Harun’u yardımcı olarak vermesi için dua etti. Bunun üzerine Yüce Allah kardeşi Harun’a da peygamberlik verdi.
Hz.Musa yanına kardeşi Harun aleyhisselam’ı da alarak Firavun’a gitti. Ona Allah’ın emrini, İsrailoğulları’nı serbest bırakması gerektiğini bildirdi. Firavun sinirlenerek:
“Allah da kim, söylediğin sözlerin delili nedir?” diye çıkıştı.
Hz.Musa değneğini yere attı. Asa bir yılan olmuş kıvrılıyordu. Elini koynuna sokup çıkarttı. Bembeyazdı, ışık saçıyordu. Firavun:
“Büyük bir sihirbaz olmuşsun. Lakin bizim de pek usta sihirbazlarımız var. Yapılacak müsabakada onlardan üstün gelebilirmisin?” dedi.
Müsabaka için bir gün kararlaştırıldı. Tayin edilen günde devlet adamları, Firavun ve bütün halk sarayın önündeki geniş meydana toplandı. Bir tarafta Hz.Musa ve kardeşi Harun aleyhisselam, diğer tarafta Firavun’un sihirbazları duruyordu.
Sihirbazlar ellerinde tuttukları ipleri, değnekleri yere attılar. Bir anda meydan onlarca yılan ve çıyanla doldu. Hz.Musa korkmaya başlayınca yüce Allah’ın vahyini duydu:
“Korkma ey Musa! Asanı yere at. Şu yılan ve çıyanları yutuversin. Onların yaptıkları sihirbaz düzenidir. Ve bilki sihirbazlık nereden gelirse gelsin başarı kazanamaz!”
Hz.Musa asasını yere bıraktı. Değnek korkunç derecede büyük bir ejderha olmuş, alanı dolduran yılan ve çıyanları yutmaya başlamıştı. Sihirbazlar gördüklerine inanamıyorlardı. Heyecan içinde secdeye kapanıp bağrıştılar:
“Alemlerin Rabbine, Musa ile Harun’un Allah’ına inandık, iman ettik!”
Firavun öfkelendi. Sihirbazları elleri ve ayaklarını kesmekle tehdit etti. Sihirbazlar bu tehdit karşısında hiçbir ürperti duymadan şöyle cevap verdiler:
“İstediğini yap. Senden korkmuyoruz! Hem sen bize ancak dünyada azap edersin. Fakat Allah bizi ahirette cennetine koyar. Cennet ise dünyadan çok daha üstündür.”
Firavun onları yakalatıp hapsetti. İdam emrinin yerine getirileceği günler içinde ise büyük Nil Nehri’nin suları taşmaya, şehirler büyük bir sel felaketiyle boğuşmaya başladı. İnsanlar bütün bunların Firavun’un inat ve inkarı yüzünden olduğunu söylüyor, sihirbazları serbest bırakmasını istiyorlardı.
Zalim imparator çaresiz kalıp Hz.Musa’yı çağırttı. Felaketleri durdurursa İsrailoğulları’nı serbest bırakacağını söyledi. Musa aleyhisselam ellerini kaldırıp dua edince Nil Nehri’nin suları azaldı ve insanlar büyük bir felaketten kurtulmuş oldu.
Fakat Firavun sözünde durmadı. Daha büyük bir kızgınlıkla yeni işkencelere, eziyetlere başladı. Bunun üzerine Allah üzerlerine yeni bir gazap gönderdi. Mısır’ın bağ, bahçe ve tarlalarına milyonlarca çekirge üşüştü. Firavun yine aynı şekilde Hz.Musa’dan yardım istedi ve sonrasında yine sözünde durmadı.
Bu sefer Nil Nehri’nden, su arklarından, çukur yerlerden binlerce kurbağa çıkmaya başladı. Artık felaketlerin biri gidiyor, biri geliyordu. Bu felaketler üzerine halk sarayın kapısına dayanınca en sonunda Firavun İsrailoğulları’nı göç etmek için serbest bıraktı.
Firavun fikrinden vazgeçmeden Hz.Musa ve kardeşi Harun aleyhisselam önderliğinde İsrailoğulları bir gece karanlığında Mısır’dan çıktılar. Doğuya Kızıldeniz’e yöneldiler. Sabah, Mısırlılar onları ev ve işyerlerinde göremeyince koşup Firavun’a haber verdiler. Firavun bu kadar çabuk hareket edeceklerini hesap edememiş, öfke ve kızgınlık içinde peşlerine düşmeye karar vermişti.
İsrailoğulları, Firavun ve askerlerinin kendilerini takip ettiğini anlayınca korku içinde Hz.Musa’ya sokulup sızlanmaya başladılar. Hz.Musa bu kadar büyük bir anlayışsızlık göreceğini ummamıştı. Tam bu sırada yüce Allah peygamberine vahyetti:
“Ey Musa! Asanı denize vur!”
Büyük peygamber asasını denize vurdu. Sular bir anda yarılıp ikiye ayrılmış, koca denizin ortasından kupkuru bir yol açılmıştı. Hayret ve şaşkınlıkla o yola dalıp yürümeye başladılar.
Gönül gözü kör olmuş Firavun ve adamları Kızıldeniz’in ortadan ikiye yarıldığını ve İsrailoğulları’nın açılan kupkuru bir yoldan geçip gittiklerini görünce şaşkına döndüler. Firavun’un yüzü sapsarı kesildi. Bir an geri dönmek ve bu inanılmaz görüntüden kaçmak istedi. Sonra üzerinde durduğu atın, kendi iradesi dışında ileri fırladığını ve sular içinde açılmış yola girdiğini gördü. Ne yapsa durduramıyordu atı.
Firavun ve ordusu deniz ortasında açılmış bu garip yola tamamen girdiğinde, yürekleri çatlatan bir çatırtı ve korkunç bir gürültü duyuldu. Yolun kenarında yükselen köpürmüş sular, büyük dalgalar halinde birbirine kapanmaya, Firavun ve ordusunu kaplamaya başladı. Firavun her şeyin son bulduğunu anladı.
Firavun, ciğerleri parçalanmaya başladığında artık kendisini ancak Musa’nın Rabbi olan yüceler yücesi Allah’ın kurtaracağını anladı ama iş işten geçmiş gibiydi. Lakin ölümden ve gördüklerinden öylesine dehşete kapılmıştı ki:
“İsrailoğulları’nın iman ettiğinden başka tanrı olmadığına inandım. Artık ben de Müslümanlardanım!” diye bağırdı. Ama, iman için artık vakit çok geçti.
Hz.Musa ve İsrailoğulları Kızıldeniz’den geçip Firavun’un zulmünden kurtulduktan sonra yollarına devam ederek doğu sahillerine geldiler. Uzun ve yorucu bir yolculuk yapıyor, su bulmak için büyük sıkıntı çekiyorlardı. Kısa bir süre sonra durumlarından şikayet etmeye, yine sızlanıp ileri geri sözler söylemeye başladılar. Bunun üzerine Hz.Musa yüce Allah’ın yardım ve desteğini bekledi. Kısa bir süre sonra yüce Allah:
“Ey Musa! Elindeki asayı taşa vur!” emrini verdi.
Musa aleyhisselam asasını yüksekçe bir kayaya vurunca oradan on iki pınar fışkırdı. Bunlar 12 ana kabileye ayrılmış olan İsrailoğulları’nın her biri içindi ve artık su ihtiyaçları tamamen karşılanmış oluyordu.
Sina Yarımadası’nın kızgın çöllerindeydiler ve kavurucu sıcak sebebiyle de rahat hareket edemiyorlardı. Yine yüce Allah’ın yardımıyla başlarına büyük bir bulut parçası yerleşmiş, güneşin hareketini kesmek suretiyle onlara büyük bir rahatlık sağlamıştı. Stoklarındaki yiyecek maddeleri tükenmeye başladığı zaman tekrar Hz.Musa’ya müracaat ettiler ve Allah’ın izniyle kendilerine gökten sayısız bıldırcın sürüleri ile, kudret helvası indirildi. Aradan bir süre geçince bıldırcın eti ve kudret helvası yemekten usanç gösterdiler. Nankörlüklerini bir kez daha göstermiş oldular.
Hz.Musa Allah’ın kendisine nazil edeceğini bildirdiği mukaddes Tevrat ayetlerini almak üzere Tur Dağı’na doğru yola çıkmak istediğinde kardeşi Harun ile konuşmuş, kavimleri başında kalıp, onlara gözcülük etmesini istemişti. O, Tur Dağı’nda otuz gün kalacak, bu arada her gün oruç tutup, yüce Allah’ın vahiylerini alacaktı.
Hz.Musa otuz günü tamamlayınca Rabbi tarafından on gün daha Tur’da kalması kendisine emredildi. Kırk günü dolduran bu sürenin sonunda Cenab-ı Hak, vasıtasız şekilde ve ezeli kelamıyla onunla konuştu. Bu durum, gerçekten daha önceki peygamberlere bağışlanmamış büyük bir lütuf ve ihsandı. Bu sebeple Hz.Musa’ya, Allah ile konuşan peygamber manasına “Kelimullah” sıfatı verildi.
Hz.Musa’nın kavmine dönüşü biraz gecikince, öteden beri yüreklerine Tevhid inancı yerleşmemiş olan ve bundan önce yaşadıkları Mısır’da Kıptilere ait putperest inançlara da bulaşmış olan İsrailoğulları bu günler içinde, Samiri isimli bir adamın yaptığı altın buzağıya tapınmaya başladılar. Hz.Harun’un onca ikaz ve uyarısına rağmen, bu sapkın itikadı benimseyivermiş, buzağının bir ilah olduğunu kabul etmişlerdi. Hz.Musa geri döndüğünde onları bu çirkin ve anlamsız inancın ortasında bulunca büyük bir kızgınlık duydu. Hemen kardeşi Harun aleyhisselam’ın yanına varıp onun saç ve sakalını tutarak niçin kendisini yokluğu sırasında onlara göz kulak olmadığını sordu.
İsrailoğulları da ne yazık ki tıpkı Firavun’un ahlakı gibi bir ahlaka sahiptiler. Başları sıkıştığında hemen Allah’ın yardımını istiyor; işledikleri günaha bir daha saplanmayacaklarını beyan ediyor, fakat rahata çıktıklarında hemen sözlerinden dönüyorlardı.
Allah, Kızıldeniz kıyısında dolaşıp duran İsrailoğulları için Filistin topraklarının sürekli yerleşecekleri bölge olduğunu bildirip, buranın fethedilmesi talimatını verdi. Hz.Musa’nın görevlendirdiği öncü ve haberciler, o topraklarda güçlü kuvvetli bir takım adamların yaşadığını, kalelerinin sağlam ve büyük olduğunu haber verdiler. Bunu duyan İsrailoğulları onlarla girişilecek bir mücadeleyi göze alamayarak, savaş için hiç bir hazırlık yapmayacaklarını söylediler. Hatta Hz.Musa’ya “Rabbin ve sen gidip savaşın. Biz buradan ayrılacak değiliz!” deme cüretini gösterdiler.
Hz.Musa buna dayanamadı ve hemen Rabbine şu niyazını iletti:
“Ey Rabbim! Kendime ve kardeşim Harun’dan başkasına söz geçiremiyorum. Şu fasıklarla bizim aramızda adaletinle hükmeyle.”
Allah sevgili kulunun duasını kabul etti ve İsrailoğulları’na ağır bir ceza vereceğini bildirdi:
“Mukaddes yer, şu anda yaşayan İsrailoğulları’na kesinlikle haram kılınmıştır. Onlar, Sina çöllerindeki bereketsiz topraklarda kırk yıl şaşkın ve sersem vaziyette dolaşıp duracaklardır. Artık sen de o günahkar kavminin serkeş güruhu için asla tasalanma.” buyurdu.
Hz.Musa ve Harun aleyhisselamlar bir süre daha kavimlerinin arasında, fakat onlarla temaslarını büyük ölçüde keserek yaşadılar.
Belki bu yıllar, yahut daha önceki yıllar içinde Hz.Musa aleyhisselam, yüce Allah’ın kendisine ilim ve hikmet bağışlayıp nice ihsanlarda bulunduğu Hz.Hızır ile de buluşup görüşmüş ve ondan “ledün ilmi” dediğimiz gayba dair bilgiler hakkında pek çok şey öğrenmiştir.
Hayatı boyunca pek çok şey gören, gerçekten büyük mücadeleler içinde bir ömür süren Hz.Musa aleyhisselam, ağabeyi Harun aleyhisselam’ın vefatından üç yıl kadar sonra, 120 yaşına ulaştığı sırada vefat edip yüce Mevlasına kavuştu.
Kavmi İsrailoğulları ise, Allah’ın açık ifadesi ve takdiri sonucu kırk yıl, mukaddes topraklara giremeden, kızgın ve acımasız çöllerde, darmadağınık yaşamak zorunda kaldılar.